Bizi yeni şeyleri denemekten alıkoyan gerçekten nedir?
Başarısızlık korkusu mu? Ya beğenmezlerse endişesi mi? Yoksa başka birşey mi?
Bir yandan yapmayı bu kadar çok arzu ettiğimiz, bir o kadar da çekindiğimiz bu ikilemli hale bizi getiren dinamikler neler?
İki kutup arasında bir sağa, bir sola çekilirken; yeniye, yeniyi keşfe, onu keşfederken aslında kendimize ait başka bir yönü fark etmeye, onu hayata geçirmeye olan duyduğumuz özlem hepimizin tıpkı çölde susuz kalmış birinin suya duyduğu hasret gibi bir hal… Tam da bu hasret yeniyi seçmenin özgün değerinin kanıtı değil mi?
Üzerimize toplum tarafından giydirilmiş ve bizim de ona uygun aksesuarları uyarladığımız kıyafetlerin içinde öğretilmiş beklentiler:
başarılı olmalısın,
hayatta hataya yer yok,
yapacaksan tam yap,
her şey mükemmel olmalı….
eşliğinde yaşarken, asıl ihtiyaç tüm bu kıyafetlerden adım adım soyunup o çocuk ruhuna, öze dönmek. Yetişkinliğin verdiği deneyim ve bilgelik yanında, sadece ve sadece anda yaratıcı gücün saf bir biçimde kendini ifadesine “amasız” bir biçimde izin vermek. Bunu yaparken de öncelikle kendi beklenti ve yargılarını fark edip onlardan özgürleşmek. İşte asıl Hayat bu sade, net ve yaratıcılığın çocuksu saf heyecanı ve merakıyla dolu olan küçük seçimler yapmaktan ve adımlar atmaktan ibaret. Her bir adım küçük gibi görünse de adeta domino taşı etkisiyle her anı hayat enerjisiyle doldurup, mucizelere aracı oluyor.
İşte hayatın As sırlarından biri de bu; “Çocuk ruhuyla harekete geçmek”. Üstünün başının kirlenmesini hiç düşünmeden, özgürce kendine yeni bir ifade alanı açmak ve sonuca dair beklenti olmadan o anda olandan zevk almak…
Hepimiz bunu özlemedik mi?